Veysî
Mesned-ârâ-yı adl ü insâf olan pâdışâhlarımız, selâtîn-i âlî-şân-ı Âl-i Osmân zamân-ı şerîflerinde, Ka‘betü’llâha taş atılmak degül, Beytü’llâhdur diyü ta‘zîmen mahalle mescidleri öninden bile tabl-hâne il geçilmez! Fe-li’llâhi’l-hamdü ve’l-minne! Lâkin dest-gâh-ı hilâfet-i uzmâ Âl-i Abbâsa müsellem oldukda, tantana-i devletleri hâtıra gelmez bir fitne-i azîme îkâz idüp: ‘Kur’ân mahlûk mıdur, yohsa kadîm midür!’ diyü gulât-ı mu‘tezileden bir iki bî-dîn hevâsına tâbi‘ olmağla ibâdullâhı, imtihân misillü, ‘Kadîmdür’ diyü tarîk-i müstakîme gidenleri, dîvânında eşedd-i siyâsetle katl iderdi. Ekâbir-i ulemâdan Ahmed ibni Hanbel (radıyallâhu anhu) hazretlerini, Me’mûn-ı halîfe, mahbûsen getürüp akd-ı meclis-i münâzara olunmadan Me’mûn, küşte-i tîğ-i reybi’l-menûn olup evreng-i hilâfet Mu’tasım Bi’llâh’a müyesser oldukda imâm-ı müşârünileyh mahal-i münâzaraya getürüp: ‘Kelâmu’llâh, mahlûk mıdur, yohsa kadîm midür?’ diyü suâl olundukda, ol dahi cevâbında ‘Allâh’un ilmi mahlûk ise kelâmı da mahlûkdur!’ didikde, cellâdân-ı zebâniyye-meşreb izhâr olunup ol meclisde ol zât-ı azîmü’ş- şânı, mertebe-i akıldan sâkıt oluncaya dek kırbac-ı sü’bân-endâm ile darb eyleyüp envâ‘-ı işkenceye mübâşeret itdikde asâkir-i İslâm, Ulemâya bu hakâret nedür?’ diyü çenber-i itâ‘atdan hurûc ide yazdılar. Mu’tasım Bi’llâh, bîm-i câna düşüp egerçi def‘-i dağdağa içün imâmun başını zânûsına alup gül-i ruhsârına gül-âb-efşân olmış idi. Ehl-i dîvân perîşân oldukdan sonra zındâna gönderüp iki yıl dört ay esîr-i bend-i zindân iken, etrâf-ı rub‘-ı meskûna emrler gönderilüp, kırk yıla karîb gûşe-be-gûşe katl ü işkence-i ibâdu’llâhdan cellâdân-ı bî-rahma melâl gelüp aks-i hûn-ı şehîdân ile kubbe-i âsumân hayme-i gül-gûna döndükde âlem ma‘mûr u âbâdan idi (Hâbname-i Veysî, İstanbul 1869, s. 279).
Günümüz Türkçesiyle
Adalet ve insaf makamını süsleyen padişahlarımız, şanı yüce Osmanoğulları sultanlarının zamanında Kâbe’ye taş atmak değil, Allah’ın evidir diyerek hürmeten mahalle mescitlerinin önünden büyük davul ile bile geçilmez! Hamd ve minnet Allah’adır! Fakat yüce halifelik Abbasilere geçtiği zaman devletin gürültüsü akla gelmez büyük bir fitne uyandırıp: ‘Kuran yaratılmış mıdır, yoksa öncesiz midir?’ diye Mutezile fırkasından bir iki dinsizin hevesine uyarak Allah’ın kullarını imtihan edercesine ‘öncesizdir’ diyerek doğru yola gidenleri, divanında şiddetli eziyetle öldürürdü. Bilginlerin büyüklerinden Ahmet ibni Hanbel (Allah ondan razı olsun) hazretlerini, halife Memun, hapsederek getirip münazara meclisi kurulmadan zamanın hadiseleri kılıçla öldürülüp halifelik tahtı Mutasım Billah’ın olduğunda adı geçen imamı münazara yerine getirip: ‘Allah’ın kelamı (Kuran) yaratılmış mıdır, yoksa öncesiz midir?’ diye sorulduğunda, o cevaben: ‘Allah’ın ilmi yaratılmış ise, kelamı da yaratılmıştır!’ dediğinde, zebani yaratılışlı cellatlar belirip o mecliste o şanı yüce zatı aklı gidinceye kadar ejderha boyunda kırbaç ile dövdürüp çeşitli işkencelere maruz bıraktığında İslam askerleri ‘Bilginlere bu hakaret nedir?’ diyerek itaat çemberinden çıkacaklardı. Mutasım Billah can korkusuna düşüp telaş ve üzüntüyü def etmek için imamın başını dizine alıp gül yüzüne gül suyu dökmüş idi. Divan ehli, perişan olduktan sonra zindana gönderip iki yıl dört ay mahpus iken dört bir yana emirler gönderilip kırk yıla yakın her köşede Allah’ın kullarına işkence etmekten ve onları öldürmekten merhametsiz cellatlara bıkkınlık gelip şehitlerin kanının yansımasıyla gök kubbe gül renkli çadıra döndüğünde dünya bayındır ve şenlikli idi.